“İnsan” kelimesi, menşe itibâriyle bir görüşe göre “nisyân”dan gelir. “Nisyân”, zikrin (hatırlamanın) zıddıdır ve unutkanlığı ifâde eder ki, insanoğlunun en büyük zaaflarından biridir. Bu hakîkat halk arasında, “Hâfıza-yı beşer nisyân ile mâlüldür.” darb-ı meseliyle de ifâde edilegelmiştir. Nisyânı asgarîye indirebilmenin en esaslı yolu, zikirdir.
İnsanın yaratılış maksadına muvâfık yaşayabilmesi için, rûhların Bezm-i Elest’te[1] Rabbiyle yapmış olduğu ahd ü mîsâka sâdık kalarak Yaratıcı’sını aslâ hatır ve gönlünden çıkarmaması îcâb eder. İşte bu sebeple, insanda fıtrî olarak mevcut bulunan “nisyân”dan doğan zararların telâfîsi için “Allâh” ve ona karşı “kulluk” idrâkinin dâimâ canlı ve zinde tutulması maksadıyla her şeyden önce “zikr”e ihtiyaç vardır. Zîrâ her tekrar, tekrar edilen şeyin idrâk ve iz’andaki yerini kuvvetlendirir.
Cenâb-ı Hak, kulunun sûret yapısına değil, kalbine nazar eder. Bu bakımdan her mü’min, ilâhî nazarların tecellî ettiği kalbini gafletten koruyup, zikir ile meşgûl etmeyi vazîfe bilmelidir.
Kulluk vazîfeleri içindeki bu husûsî ehemmiyeti sebebiyle, zikir kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mârifetullâha ulaşmak, zikrin kalbde kazandığı mevkî ve hissedilişindeki derinlik nisbetinde gerçekleşir. Bu yüzdendir ki “mârifetullâh”, yâni Rabbin hakîkatine kalben nâil olmak, ilmin en fazîletlisi sayılagelmiştir. Çünkü insana asıl lâzım olan bilgi budur.
EN BÜYÜK İBADET
Cenâb-ı Hak, kullarının, zikrin rûhâniyetinden gâfil bulunmamaları için bu husustaki âyetlerin bir kısmında şöyle buyurmuştur:
“Îman edenlerin, zikrullâh ve Hak’tan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin huşû içinde ürperme zamanı henüz gelmedi mi?” (el-Hadîd, 16)
“Allâh’ı zikretmek; elbette en büyük (ibâdet)’tir.” (el-Ankebût, 45)
“Siz Ben’i zikredin, Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük etmeyin!” (el-Bakara, 152)
Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’ı Firavun’a tebliğe gönderirken dahî:
“Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi götürün. İkiniz de Ben’i hatırlayıp anmakta gevşeklik göstermeyin.” (Tâhâ, 42) buyurarak, zikirden gâfil kalmamalarını emretmiştir.
ALLAH’I SEVMENİN ALAMETİ
Allâh’ı zikretmek, hiç şüphesiz ki “Allah” lafzının sâdece kelime olarak tekrarlanması değil, onun tahassüs merkezi olan kalbde mekân bulmasıdır.
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Allâh’ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misâli, diri ile ölü gibidir.” (Buhârî, Deavât, 66)
“Allâh’ı sevmenin alâmeti, Allâh’ı zikretmeyi sevmektir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 52)
Nitekim zikirden uzak kimseler, Allah sevgisinden de uzak oldukları için ilâhî tehdîd altındadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
Bu tehdîdden sâlim olabilmek için, devamlı zikir hâlinde bulunmanın lüzûmu, Cenâb-ı Hak tarafından şu şekilde beyan buyrulmuştur:
“Rabbini, kendi içinde (kalbinde), yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle, gece-gündüz zikret! Gâfillerden olma!” (el-A’râf, 205)
Yine âyet-i kerîmelerde zikirden uzaklaşmanın tehlikesini ifâde maksadıyla şöyle buyrulmuştur:
“Kim Rahmân (olan Allâh)’ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.
Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
Şeytana dost olan o kimse, sonunda Biz’e (huzûrumuza hesap vermeye) gelince, arkadaşına: «–Keşke, benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Meğer sen, ne kötü bir arkadaşmışsın!..» der.” (ez-Zuhruf, 36-38)
“Kim Ben’im zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun hakkı dar bir geçimdir ve Biz onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. (O zaman) O:
«–Rabbim beni niçin kör olarak haşrettin? Hâlbuki ben daha önce gören bir kimseydim.» der.
Allah Teâlâ:
«–Evet öyleydi. (Hani dünyâda) sana âyetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. İşte bugün de sen öylece unutulursun.» buyurur.” (Tâhâ, 124-126)
Güzel ahlâk ve hasletler, ancak Cenâb-ı Hak’tan korkan, O’nu çok seven ve çok zikredenlere mahsustur. Allah Teâlâ buyurur:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur… Ne var ki siz, onların tesbîhini anlayamazsınız! O, Halîm’dir, bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ, 44)
ZİKRİN VE ZİKİR MECLİSLERİNİN FAZİLETİ
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de zikir ve zikir meclislerinin fazîleti hakkında bir kudsî hadiste şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ buyuruyor ki:
Ben kuluma, Ben’im hakkımdaki zannına göre muâmele ederim. O Ben’i zikrettiğinde Ben onunla berâberim. O Ben’i, kendi içinde zikrederse, Ben de onu zikrederim. O beni bir topluluk içerisinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içerisinde anarım.” (Buhârî, Tevhid, 15)
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ashâb-ı kirâma hitâben:
“–Amellerinizin Allah katında en temizini, derecelerinizin en yükseğini, altın ve gümüş sadaka vermenizden daha hayırlısını, düşmanlarınızla karşılaşıp boyunlarını vurmanızdan ve onların da sizin boynunuzu vurmasından daha hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu.
Onlar da:
“–Haber ver, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
Zikrullâh ferdî olarak yapılabildiği gibi topluluk hâlinde de yapılabilir. Nitekim Muâviye -radıyallâhu anh- mescidde halka hâlinde oturan bir cemaatin yanına geldi ve:
“–Burada niçin toplandınız?” diye sordu.
“–Allâh’ı zikretmek için toplandık.” diye cevap verdiler. O tekrar:
“–Allah aşkına doğru söyleyin. Siz burada sadece Allâh’ı zikretmek için mi oturdunuz?” diye sordu.
“–Evet, sadece bu maksatla oturduk.” dediler. Bunun üzerine Muâviye -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
“–Ben sizin sözünüze inanmadığım için yemin vermiş değilim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e benim kadar yakın olup da benden daha az hadis rivâyet eden yoktur. Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- halka hâlinde oturan sahâbîlerinin yanına geldi de onlara:
«–Burada niçin oturuyorsunuz?» diye sordu.
«–Bize İslâmiyet’i nasip ederek büyük bir lutufta bulunması sebebiyle Allâh’ı zikretmek ve ona hamdetmek için oturuyoruz.» diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Allâh adına doğru söyleyin. Gerçekten siz burada sadece Allâh’ı zikretmek için mi oturdunuz?» diye sordu.
«–Evet, vallâhi sadece bu maksatla oturduk.» dediler. Bunun üzerine Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ben size inanmadığım için yemin vermiş değilim. Fakat bana Cebrâil gelerek Allah Teâlâ’nın meleklere sizinle iftihar ettiğini haber verdi de onun için böyle söyledim.» buyurdu.” (Müslim, Zikir, 40)
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kalbî eğitim husûsunda ashâb-ı kirâmın istîdâdına göre zikir tâliminde bulunurdu. Ümmü Hânî ile arasında geçen şu konuşma, bunu ne güzel misâllendirir:
Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ederek:
“–Yâ Resûlallâh! Ben ihtiyarladım ve zayıfladım. Bana oturduğum yerde yapabileceğim bir ibâdet tavsiye eder misin?” diye sordu.
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Yüz defâ «sübhânallâh»,
Yüz defâ «elhamdülillâh»,
Ve yüz defâ «lâ ilâhe illâllâh» de!” buyurdular. (İbn-i Mâce, Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 344)